Sığınmacı Cenneti

Bir hafta önce İstanbul’da eski ve yaşlı bir dostumu ziyaret etmiştim. Çoktandır Bursa dışına çıkmadım ve yakın çevremden başka dışa açık olamadım. Bu yüzden televizyon gazete ve sosyal medyaya bağımlı kaldım. Okuyanlarımın bildiği gibi benim emeklilik meşgalem, hayata dair içerikli siyaset, yaşamı etkileyen düşünceler, ekonomi, terör ve savaşları anlattığım, 3-4 gün aralıklarda bir sayfayı bulan yazılarım oluyor. Böylesine amatörce uğraşılarda tespit ettiğim ilgi, yaşanıyor olanlardır.

Yolculuğum, Bursa’nın değişik mahallelerinden terminale servis yapan otobüsler ile başladı. Sabah iş ile okullara gidiş saati olması, kalabalık olan toplumu gözlemleme kolaylığı sağladı. Bu ortamda gözüme takılan iki kız çocuğu oldu. Yaş itibarı ile orta okul öğrencisi oldukları belliydi. Tombulca, yüzlerinin iki yarımşar tarafını kulakları ile birlikte, yukarıdan aşağıya taranmış siyah saçları ile örtülüydü. Şimdi, bu kızlarımızın otobüsteki diğerlerinden farklarına bakalım.

Kızlarımız esmerce, sakin tavırları ile aralarında konuşuyorlar ama duyamadığım için dillerini anlayamadım. Kıyafetleri, kışlık ve orta halliydi. Görünümleri, birbirlerine çok yakın abla kardeş gibiydiler. Bakışları çekingen, diğerlerine göre içe kapanık oldukları anlaşılıyordu. Sözün kısası, bu kızların Suriyeli aynı ailenin kızları gibi gördüm. Erken gelen bir aile ise burada doğup büyümüşte olabilirler.

Biraz da, toplumsal açıdan bakalım. Suriyeli sığınmacıların durumunu hepimiz yeterince biliyoruz. Üstelik az da değiller, Afganlar ile birlikte on milyondan fazladır. 1975 Kasım ayında bir gün Almanya’nın Münih kentinde kaldım. O bir gün bile bana gözlem için yetmişti. Kent merkezinde Türkleri şıp diye tanımış ve bazılarına Türkçe bir şeyler sorup yanılmadığımı anlamıştım. Oradakiler davet edildi gitti ve sineye çekildi. Ama bize gelenlerin günahı kime ait olduğu bilinse de tartışmalıdır.

Şimdide yolculuğun devamına bakalım. Terminalden bindiğim İstanbul otobüsü kısa sürede Gebze de oluverdi. Köprülerin geçiş ücreti pahalılığı için eleştiririz ama aklı başında kimse gereksiz olduğunu söyleyemez. Gebze’den az sonra İstanbul’dur. İlk durak Ataşehir, sonra Alibeyköy ve Esenlerde bitiyor. Esenler’e veya daha ileriye giden yolcu otobüslerinin mecburi boğaz geçişi. Üçüncü boğaz köprüsü, Yavuz Sultan Selim köprüsüdür. Bunu çoğumuz biliyoruz ama nedenini hemen anlatacağım…

İstanbul’da 27 yıl yaşadım, şimdiki adı megakent oldu. Mega İstanbul’un iki yüzü var. Biri çirkin, diğeri güzel yüzüdür. Bursa’dan kalkan otobüs Ataşehir ara istasyondan çıkınca, Nışantepe üzerinden 3. Köprüye ve Alibeyköyüne ulaşıyor. Evet, İstanbul’un her iki yakası felaket denecek kadar betonlaşmış. Nışantepe, 3.köprü ve Alibeyköy’e kadar yolun doğası şahanedir. Betonlar içinde sıyrılıp doğaya girmek, cehennemden çıkıp cennete girmek gibi oluyor… Umarım AKP o cenneti cehennem çevirmez.

İstanbul’un yüzlerini anlattık ama son olarak, asıl konumuz ülkemizin sığınmacı cennetine dönelim. Baştan beri söylenen, sığınmacı cennetini, Sn. Ümit Özdağ, “ülkemiz Göçmenistan olmasın istiyoruz” diyerek yeniden adlandırmıştı. İşin aslı sınıra dayanan 5 milyon Suriyeliyi buyur eden Erdoğan, nerede istiyorlarsa, oralara gitmelerine izin verdi. Bize emekli maaşı vermeye korken Erdoğan, onlara karşılıksız maaş ve sağlık hizmetleri sundu. Bu olayın yarınında neler olacağını bilmiyoruz ama yarın cumhuriyetin 100.yılıdır. Biz kutlu olsun diyoruz ama iktidar hala Vahdettin’i arıyor.

28 Ekim 2023

Hüsnü ARSLAN

Yorum bırakın